İbrahim Sediyani ile Ortadoğu ve Emperyalizm Üzerine

– Sayın Sediyani, öncelikle “Ortadoğu ve Emperyalizm” konulu söyleşiye başlamadan önce, konuşacağımız konuyla ilgili yıllardır fikir üreten ve kalem oynatan bir yazar olmanın yanısıra, aynı zamanda bir seyyah olarak Ortadoğu’yu ve İslam ülkelerini de gezdiniz. Size sorulacak ilk soru galiba şu olmalı: Batı Avrupa’dan İç Afrika’ya, Mağrib’den Ortadoğu’ya ve Balkanlar’dan Uzak Asya’ya kadar gezmiş ve kaleme almış bir insan olarak, Ortadoğu’yu dünyanın diğer bölgelerinden ayıran kendine özgü özellikleri nelerdir?


     – Ortadoğu’yu dünyanın diğer bölgelerinden ayıran kendine özgü özelliklerinin başında, elbette ki her dört semavî dînin de bu bölgeden çıkmış olması geliyor.ZerdüştîlikMusevîlikHristiyanlıkİslam; dördü de buralı. İlk Peygamber (as) deSon Peygamber (saw) de, bu toprakların çocuğu.


     Hayat burada başladı. Tevrât’ta, “Yaratılış” bölümünde anlatıldığına göre, ilk insan olan Hz. Adem, Allah-û Teâlâ tarafından Aden Cenneti’ne yerleştirilmiş, sonra da bu cenneti sulamak için büyük bir ırmak yaratılmıştır. Dört kola ayrılan bu nehirlerden ikisiDicle ve Fırat’tır; diğer ikisi de Pişon ve Gigon’dur. (Tevrât, Yaratılış, 2. bölüm, 10. – 14. âyetler)


     Yaşadığımız gezegende insanlık tarihi, iki defa yeniden başladı. Her iki defasında da Kürdistan’da başladı. Kutsal metinlerin tasvirinden anlaşıldığına göre, Hz. Adem’in yaşadığı coğrafya ile Hz. Nûh’un aynıdır. Şırnak vilayetimizin gerçek (eski) adı “Şehr-i Nûh” olup, “Nûh’un şehri” demektir. Bugün kullandığımız “Şırnak” ismi, bu “Şehr-i Nûh” isminin evrilmiş şeklidir. Yine tüm semavî dinlerin atası olan Hz. İbrahim (as) ise Nûh Tufanı’ndan tam 293 yıl sonra Kürdistan’ın Riha (Şanlıurfa) ilinde bir mağarada doğmuştur. Yine aynı şekilde Hz. Zerdüşt (as) de 3500 yıl önce bu topraklardan çıkmıştır.


     Ortadoğu sadece “risalet”in değil, aynı zamanda “medeniyet”in de beşiğidir. Mezopotamya medeniyetleri, bu coğrafyada kurulmuşlardır. SümerlerAsurlular,MedlerBabillilerLololarGutilerMitannilerKardular; hepsi bu coğrafyanın kavimleri ve imparatorlukları idiler.

     Böylesine bir köklü tarih derinliğine ve semiz kültür birikimine sahip bir coğrafyanın, bugün dünyanın en geri kalmış, en cahil bırakılmış bölgesi olması ve ayrıca bağnazlık ve fanatizmin en yoğun olduğu, üstüne üstlük bir de diktatörlüklerle yönetilen bir coğrafya olması, hakikaten trajediden de öte bir faciâ.


     – Ortadoğu derken nereyi ve hangi bölgeyi anlamalıyız?

     – Yaşadığımız bölgeyi “Ortadoğu” olarak adlandırmamız da aslında başka türlü bir trajedidir. Bu, bir insanın Londra’nın Greenwich kasabasında oturup kendi coğrafyasına bakmasıdır. Kendine, Batı’nın gözüyle bakmadır.

     Bizim bugün kullandığımız dünya haritası, dünyaya Avrupalı’nın gözüyle bakan bir haritadır. Avrupa, haritanın tam ortasındadır, yani dünyanın merkezidir. Bu haritaya göre elbette Asya “doğu”, Amerika “batı”, Avrupa ise “merkez”dir.


     Fakat örneğin, Japonya’daki veya Avustralya’daki bir okula gidip sınıfın duvarında asılı olan dünya haritasına bakarsanız, orada da JaponyaKoreAvustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin dünya haritasının tam ortasında olduğunu görürsünüz. Onlara göre ise Amerika “doğu”, Asya “batı”dır; yani bizdeki tanımlamanın tam tersi. Şimdi bir Japon’a “Ortadoğu” derseniz, o bu kavramdan Orta Amerika’yı anlar; yaniGuatemalaHondurasNikaragua gibi ülkelerin bulunduğu bölgeyi anlar.


     Sonuçta dünya yuvarlaktır. Biz Türkiye’den yola çıkıp Çin’e gidersek, “doğuya” gitmiş oluruz, ama yola devam edip ABD’ye kadar gidersek, “daha da doğuya” gitmiş oluruz. Demek ki Amerika kıt’âsı “batıda” değil, “daha da doğuda”.

     Avrupalılar, yani Beyaz Adam, kendilerini “çok özel” saydıkları için, her şeyin merkezine kendilerini koyuyorlar. Garip olan ise, tüm dünyanın bunu kabul etmesi.


     “Adını Arayan Coğrafya” adlı kitabımda anlatmıştım: Aslında Avrupa diye bir kıt’â yoktur. Sadece Asya vardır. Asya, bütün Avrasya’yı kapsıyor. Bugün “Avrupa” dediğimiz yer, aslında Asya’nın batı topraklarıdır. Beyaz ırk, kendilerine ait özel bir mekân sahibi olmak için, burayı Asya’dan bağımsız ayrı bir kıt’â olarak kabul ettiler ve bütün dünyaya kabul ettirdiler. Asya ve Avrupa, siyasî sebeplerden dolayı ayrıştırıldı. Asya – Avrupa sınırını ilk olarak M. Ö. 6. yy’da Miletli Hekataios çizdi. Yeniçağ’da ise doğu sınırı olarak Ural belirlendi.

     Asya – Avrupa sınırı “reel” değil, “yapay” bir sınırdır. Çünkü iki kıt’ânın sınırı ancak “su” ile çizilir. Oysa Asya – Avrupa sınırını bazı yerlerde nehirler, bazı yerlerde dağlar, bazı yerlerde boğazlar çiziyor. Hiç dağla, toprakla, nehirle iki kıt’â arasındaki sınır çizilebilir mi? Bir nehir ya da bir dağ, nasıl olur da iki ayrı kontinentin sınırı olabilir? Böyle birşey akıl dışıdır. Asya – Avrupa sınırının doğal (coğrafî) değil, siyasî ve politik olduğu bellidir.

     Tekrardan “Ortadoğu” kavramına dönersek: Yaşadığımız bölgeye aslında 20. yy’a kadar “Yakındoğu” deniyordu. “Ortadoğu” kavramını ilk olarak ortaya atan kişi, 1902 yılında ABD’li amiral Alfred Thayer Mahan olmuştur. Mahan, “Middle East”(Ortadoğu) kavramını ilk kez “The Persian Gulf and International Relations” (Fars Körfezi ve Uluslararası İlişkiler) adlı bir makalesinde kullanır. Kendisi o makalesinde“Ortadoğu” derken, Süveyş Kanalı’ndan Hindistan’a kadar olan geniş bir bölgeyi kastediyordu. Bu kavramı kullanan ikinci kişi ise Britanyalı diplomat ve tarihçi Ignatius Valentine Chirol olmuştur. Chirol da “Ortadoğu”yu Mahan gibi kaba taslak sınırlarla belirleyip bırakmıştır.


     Günümüz itibariyle “Ortadoğu” denince kastedilen bölge, KıbrısSuriyeLübnan,İsrailÜrdünSuudî ArabistanYemenUmmanBirleşik Arap EmirlikleriKatar,BahreynKuveytIrak ve Kürdistan ülkelerinin tamamı ile, ayrıca MısırTürkiye veYunanistan ülkelerinin Asya topraklarıdır. Başka bir ifade ile, Yunan, Türk, Kürt ve İbrani topraklarını saymazsanız, geri kalanı Arap’tır. Ya da şöyle denebilir: Arap topraklarının Asya kısmına “Ortadoğu” denir. Afrika kısmına ise “Mağrîb” (Batı)diyorlar.


     – Emperyalizm nedir, nerede ve nasıl doğmuştur? Emperyalizm akımının Ortadoğu’ya gelmesi hangi olay ile beraber ele alınabilir? Bu tehlike sadece bu bölge için midir?

     – “Emperyalizm”, en sade anlatımıyla, bir devletin / siyasal erkin başka ülkeler / halklar üzerinde tahakküm kurma, topraklarını ele geçirme, onları haksız bir biçimde yönetme hakkına sahip olma ve sömürmesidir.

     “Emperyalizm akımının Ortadoğu’ya gelmesi” diye birşey sözkonusu olamaz, çünkü emperyalizm zaten Ortadoğu’da doğmuştur. Yani tıpkı risalet ve medeniyet gibi, emperyalizm de ilk olarak Ortadoğu’da doğmuştur. Tarih bilimi (History), Mezopotamya topraklarında kurulmuş olan Asur İmparatorluğu’nu “tarihin ilk emperyalist devleti”olarak kabul eder.


     “Tarihin ilk emperyalist devleti” olarak kabul edilen Asur İmparatorluğu, M. Ö. 612 yılında Kürtler’in ataları olan ve Zaza Kürtçesi’ne oldukça benzeyen Med dilini konuşan Medler tarafından yıkıldı.

     Medler, M. Ö. 612’de, yönetim merkezi bugünkü Irak Kürdistanı olan ve Asur İmparatorluğu’nu yıkan halktır. Söylendiğine göre, demircilik yapan Kawa’nın önderliğinde ayaklanan Medler, zalim ve gaddar Dehhaq (Ejidehak)’ın krallığındaki Asur İmparatorluğu’nu M. Ö. 612 yılında devirdiğinde, takvimler 21 Mart’ı gösteriyordu ve bugün tüm Ortadoğu halkları tarafından “Newruz” adıyla kutlanan bayram da, aslında Asur’un yıkılışıdır.


     – Emperyalizmin bu bölgede kolay yer edinmesini neye bağlayabiliriz? Aynı zamanda bölgeye verdiği en büyük zarar nedir?

     – Kendi içinde adaleti, eşitliği ve kardeşliği sağlayamamış toplumlar, dış müdahaleye ve sömürüye açık hale gelirler. Emperyalist yabancı güçlerin, adaletle yönetilen ve insanların özgür ve mutlu olduğu ülkeleri sömürmesi, onların topraklarını işgal etmesi, o beldelerde iç savaşlar çıkartması mümkün değildir.


     Dolayısıyla bir ülkenin emperyalist güçlerin işgaline ve istilâsına uğraması, o ülkenin askerî ve ekonomik güçsüzlüğünden değil, orada adaletin ve kardeşliğin olmayışından kaynaklanır.

     Merhum şair M. Âkif Ersoy, bu gerçeği çok veciz bir şekilde ifade etmiştir:“Girmeden tefrika bir millete ona düşman giremez / Toplu attıkça yürekler onu top sindiremez.”

     Sayfalar dolusu yazıda anlatamayacağımız hakikati, Âkif iki satırlık bir ifadeyle öyle güzel anlatmış ki, üstüne hiçbir ekleme yapmaya gerek yok.


     Ancak buradaki “tefrika”, başta Türkiye olmak üzere egemen güçler tarafından hep istismar edilmiş, tersyüz edilmiş bir kavram. “Tefrika”, hakkı gaspedilenin, o tabiî hakkını geri istemesi, bunun için sesini yükseltmesi ve eylem yapması değildir.“Tefrika”, egemen gücün o hakkı gaspetmesidir. Anlatabiliyor muyum?

     Türkiye için konuşursak: “Tefrika”, hakları gaspedilen Kürtler’in, Lazlar’ın, Alevîler’in veya işçilerin, emekçilerin, gaspedilen o tabiî haklarını geri istemesi değildir. “Tefrika”, devletin o hakları gaspetmesidir.

     İslam toplumlarında ve devlet erklerinde adalet mutlaka sağlanmalıdır. Adaleti sağlamış bir ülkede terör hareketleri ortaya çıkmaz. Ayrıca bunu sağlamış toplumlara yabancı güçlerin müdahalesi, işgali de imkânsız hale gelir.


     ABD, İngiltere vb. emperyalist güçlerin topraklarımızı işgal etmesinden, aramıza fitne ve nifak tohumları ekmesinden bu kadar çok şikâyet ediyoruz ama, bunu sağlayanın, böyle bir duruma kapı aralayanın, kendi aramızdaki adaletsizlik ve eşitliksiz olduğunu hep dikkatlerden kaçırıyoruz. Egemenliğin altında tuttuğun coğrafyayı ve toplumu sonuna kadar ırkçı, faşist ve mezhepçi bir rejimle yönetmeye kalk, ondan sonra da “yabancı müdahalesi”nden şikâyet et; bu tam bir komedidir.

     Adaletle yönetilen bir ülkede “terör örgütleri” ortaya çıksa, o örgütlerle devlet mücadele eder, halk da terörle arasına mesafe koyup devletin yanında yer alır. Fakat eğer bir ülkede devletin kendisi bir “terör örgütü” ise, ondan kurtulmanın elbette ki en pratik yolu, dış müdahaledir.


     Buna en güzel örnek; Saddam Hüseyin dönemi ve şimdiki Irak’tır. Saddam veBaas rejimi döneminde EnfalHalepçe gibi soykırımlar yaşayan Kürtler’in o zamanki sefil ve mazlum durumu nasıldı, ABD müdahalesinden sonra şimdiki özgür, onurlu, parlamentolu, bayraklı, statülü durumu nasıl? Elinizi vicdanınıza koyarak cevap veriniz.


     – İslam coğrafyasında var olan “mezhep savaşları”, “etnik temelli sorunlar”, Batı emperyalizminin sonucu mudur?

     – Bunu iddiâ etmek için Ortadoğu’yu hiç tanımamak gerekiyor, İslam tarihini hiç okumamış olmak gerekiyor.

     Mezhep savaşları, Ortadoğu’nun mayasında var. Etnik temelli sorunlar ise yine öteden beri var olmakla birlikte, özellikle son iki yüzyılın görünürlük kazanan sorunu.

     1500 yıllık İslam tarihi, mezhep ve kabile savaşlarıyla, bu muharebelerde işlenen korkunç cinayet ve vâhşetlerle dolu bir tarihtir. Kan ve gözyaşı tarihidir. Ama “Resmî İslam” farklı şeyler anlatır tabi, hikâyeler ve cicili perili masallar anlatır.

     Resmî Sünnî tarihin “Hülafâ-i Raşîdin” olarak adlandırdığı dört halifeden üçü, suikastle öldürülmüştür. Öldürenler de Müslümanlar’dır. Öldürülen üç halifeden ikisi camide öldürülmüştür üstelik, namazdayken. Batı mı yaptırdı bunları?

     656 yılındaki Cemel Savaşı’nda Müslümanlar birbirine karşı savaştılar. Savaşın bir tarafında Peygamber’in damadı Hz. Ali komutasındaki Müslümanlar, diğer tarafında ise Peygamber’in eşi Hz. Âişe komutasındaki Müslümanlar. 18 bin Müslüman öldürüldü! 13 bini Âişe tarafından, 5 bini Ali tarafından. 18 bin Müslüman kılıçtan geçirildi! Ölen Müslüman, öldüren Müslüman. Bırak Müslüman’ı, sahabe bunlar! İki taraf da sahabelerden oluşuyor. Batı mı kışkırttı bunları birbirine?


     Sadece yedi ay sonra, 657 yılındaki Sıffin Savaşı’nda Müslümanlar yine birbirine karşı savaştılar. Savaşın bir tarafında Peygamber’in damadı Hz. Ali komutasındaki Müslümanlar, diğer tarafında ise Peygamber’in eşi Hz. Âişe ve bir de Muaviyekomutasındaki Müslümanlar. 70 bin Müslüman öldürüldü! 45 bini Âişe tarafından, 25 bini Ali tarafından. 70 bin Müslüman kılıçtan geçirildi! Ölen Müslüman, öldüren Müslüman. Bırak Müslüman’ı yahu, sahabe bunlar sahabe! İki taraf da sahabelerden oluşuyor. Amerika ve İsrail mi kışkırttı bunları birbirine?

     Emevî dönemi hele tamamen istibdad, zûlüm ve baskı dönemidir. Bu dönemde işlenen korkunç cürümlerin, katliâm ve talanların haddi hesabı yoktur.


     Peygamber’in torunları olan 12 İmam’dan eceliyle ölen hemen hemen yoktur. Tamamı siyasî sebeplerle ve Müslüman iktidarlar tarafından hapsedilerek, hapiste işkence edilerek veya zehirlenerek öldürülmüştür. Son imam Muhammed Mehdî el- Muntazar da muhtemelen dönemin İslam devletinin o zamanki “beyaz toroslar”ı tarafından kaçırılıp kaybettirilmiştir. Şiîler hâlâ bekliyor, “gökten geri gelecek” diye. Beklesinler; Abbasî derin devletinin “beyaz toroslar”ı geri getirecek Mehdî’yi onlara.

     Sünnîlik’in en büyük mezhep imamı olan İmam-ı Âzam Ebû Hanife, “kâfir” denilerek ve hapiste işkence edilerek öldürülmüştür. Müslüman iktidar tarafından üstelik. Bakın, “isyancı” denilerek değil, “bozguncu” denilerek değil, “kâfir” denilerek şehîd edilmiştir. Batı mı yaptı bunları?


     Çaldıran’dan Çılsıtun’a, dünkü Yemen’den bugünkü Irak ve Suriye’ye, İslam tarihi mezhep kaynaklı boğazlaşmalarla doludur. Henüz ne ABD ne de AB varken yaşandı bütün bunlar. Batı mı suçlu?

     Her şeyi Batı’ya yıkmak, bütün kirli ve karanlık işlerin suçunu Batı’ya yüklemek, bizi pâklamaz. Kendi kendimizi kandırmaktan başka birşey değil.


     Gidin gezin Avrupa ülkelerini, şehirlerinin sokaklarını. Görürsünüz sokaklarının nasıl tertemiz olduğunu, toplumda nasıl bir çevre bilincinin gelişmiş olduğunu. Bir de İslam ülkelerini gezin, şehirlerinin pislik içindeki sokaklarını, avlusu dilencilerle dolu olan camilerini. Batı mı dedi böyle ol diye?

     Batı mı bize dedi sokakta yürürken yerlere tükür?

     Batı mı bize dedi çöpünü denize at?

     Batı mı bize dedi sınava bile girmeden sürücü ehliyeti al?

     Batı mı bize dedi her 50 metrede korna çalarak araba sür?

     Batı mı bize dedi “zebra çizgileri”nin ne anlama geldiğini bile öğrenme?

     Batı mı bize dedi arabanın camını indirip kül tablasını yola boşalt?

     Batı mı bize dedi şehirlerini dilencilerle doldur?..


     En basitinden şu yaşadığınız ülkedeki, Türkiye’deki rejime, devlete, sisteme, yönetime bir bakın: İnkâr ve asimilasyon politikaları, fikir hürriyetinin olmayışı, medyaya ve aydınlara, akademisyenlere yönelik baskılar, partilerin kapatılması, derneklerin kapatılması, gazete ve televizyonların kapatılması, iş güvenliğinin olmaması, bütün bunları Batı mı empoze etti bize?

     Türkiye’de 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yerleşim biriminin ismi zorla değiştirildi, sırf Türkçe değiller diye, sırf KürtçeLazca diye. Ve onlara masa başında uyduruk Türkçe isimler verildi. Batı mı dedi bu barbarlığı yap?

     Batı mı dedi Diyanet sadece Hanefîlik mezhebine göre inşâ edilsin, diğer mezhepleri yok say? Batı mı dedi Alevîler’in inanç ve ibadet özgürlüğünü ellerinden al, cemevlerine hiçbir statü tanıma?

     Batı mı dedi Türkçe resmî dil iken Kürtçe anadilde eğitim hakkını bile tanıma, her sabah milyonlarca KürtLazGürcüArapErmeniRumÇerkes çocuklarına“Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” diye bağırt? Batı mı dedi git ülkendeApartheid rejimi uygula?


     – Türkiye’nin içinde bulunduğu çözülmez denklemin asıl nedeni emperyalizm midir? Bu kabuktan kurtulabilmesi için ne yapması gerekiyor?

     – Bundan önceki iki soruya verdiğim cevaplar, aynı zamanda bu sorunun cevabını da içinde barındırıyor.


     – Arap Baharı diye başlayıp maalesef sonradan hüsrana dönen olaylar sadece diktatörlerle halk arasında olan savaş mıydı yoksa emperyalizmin sonuçlarından biri miydi?

     – İlk olarak temiz başlamıştı, halk hareketleri idiler, ancak sonra emperyalist güçler işin içine karıştı ve rengi değişti.

     “Arap Baharı”, hemen hemen tüm Arap ülkelerinde az çok etkisini hissettirdi ancak en çok da Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn’de etkisini gösterdi. Ancak “domino etkisi” gibi yayılan bu hâdiseler, adı geçen bu ülkelerin hepsi için “bahar” olamadı.

     Tunus ve Mısır için “bahar” olan “Yasemin Devrimleri”nin Yemen, Suriye ve Bahreyn için “cehennem” olmasının biri “küresel” biri de “yerel” olmak üzere iki temel sebebi vardır. Ve sadece bu iki temel sebebi vardır.

     Burada en önemli “kırılma noktası”, Libya’dır. Libya’da yaşanan tecrübedir. Libya, bu sürecin “kırılma noktası” olmuştur.


     Tunus ve Mısır’daki halk hareketleri, çok kısa sürede başarıya ulaştılar. Çünkü mevcut rejim ve diktatörler, Tunus diktatörü Zeyn’el- Âbidîn bin Ali ve Mısır diktatörüMuhammed Hûsnî el- Seyyîd Mûbarek, bu sosyolojik devinime karşı direnç göstermediler. Hemen teslim oldular ve yenilgiyi kabul ettiler. Libya lideri Muammer Muhammed Ebû Minyar el- Qaddafî ise Tunus ve Mısır diktatörleri gibi ödlek çıkmadı, korkak davranmadı. Direndi.

     Libya ile birlikte, dünyanın şeytanî güçleri olan emperyalist devletler ve küresel güç odakları da sürece dahil oldu. NATOABDABFransaİngiltereİtalya ve bu emperyalist güçlerin bölgedeki jandarmaları olan TürkiyeArap BirliğiSuudî ArabistanKatar, hepsi de aynı anda, aynı amaçla ve aynı çatı altında sürece dahil oldular. Muammer Qaddafî yönetimi, dünyanın başına bela olmuş bu “küresel şer kuvveti”nin direk müdahalesiyle ve onlar tarafından, hem de Libya şehirleri bombalanarak, şehirlerin ve insanların üzerine bombalar yağdırılarak ortadan kaldırıldı. Bu noktadan itibaren artık “Arap Baharı”, emperyalist güçlerin direk işin içinde olduğu bir sürece doğru evrildi.

     “Libya kırılması” sonrası durum tamamen değişti. Dünyanın tüm güç dengeleri sürecin bizzat içindedir. Hem de askerî ve lojistik yardımıyla, silahlarıyla birlikte.


     – Bu bölgede emperyalizme karşı birşey yapılıyor mu ve ne yapılabilir?

     – İslam toplumlarında “emperyalizm” kavramını daha çok mevcut ırkçı ve baskıcı rejimlerin devamından yana olanlar kullanıyor. Hatta bu diktatörlükle yönetilen ülkelerin başındaki yöneticiler kullanıyor. Resmî ağızların sıklıkla dile getirdiği “dış güçler”kavramının biraz daha sivil lügatlı olanıdır, “emperyalizm” kavramı. Dikkat ederseniz, İslam dünyasında “anti – emperyalistlik” taslayan devletler, genelde diktatörlükle, baskıcı bir rejimle yönetilen, kendi halkına kan kusturan devletler.

     Bunu da, içeride kendi yaptıkları tüm pislikleri örtmek için yapıyorlar; işledikleri zûlüm ve katliâmları, suçlarını perdelemek amacıyla “anti – emperyalizm”söylemlerine başvuruyorlar.

     Az önceki bir sorunuzu cevaplarken şöyle demiştim:

     “Kendi içinde adaleti, eşitliği ve kardeşliği sağlayamamış toplumlar, dış müdahaleye ve sömürüye açık hale gelirler. Emperyalist yabancı güçlerin, adaletle yönetilen ve insanların özgür ve mutlu olduğu ülkeleri sömürmesi, onların topraklarını işgal etmesi, o beldelerde iç savaşlar çıkartması mümkün değildir.

     Dolayısıyla bir ülkenin emperyalist güçlerin işgaline ve istilâsına uğraması, o ülkenin askerî ve ekonomik güçsüzlüğünden değil, orada adaletin ve kardeşliğin olmayışından kaynaklanır.”

     Müslümanlar emperyalizme karşı birşey yapmak istiyorlarsa, kendi içlerinde adalet ve eşitliği sağlamalıdırlar.

     Sen gel benim dilimi yasakla, çocuklarıma anadilde eğitim hakkını bile tanıma, köyümün ismini zorla değiştir, mezhebimi tanıma ve kendi mezhebini dayat, karımın ve kızımın giydiği kıyafete bile saygı gösterme, ondan sonra da ben sesimi çıkarırsam ve isyan edersem, vay “dış güçlerin maşası”, vay bilmem “emperyalist güçlerin oyunu”… Hadi ordan be, barbarlar sürüsü!..

     Bir halkın dilini yasaklayan, mezhebini tanımayan, giydiği kılık kıyafete bile saygı göstermeyen ve sırf bu yüzden okulun kapısından kovan bir devlet, zaten kendisi “emperyalist” bir devlettir.

     Bölgemizde emperyalizme karşı birşey yapmak isteyenlere tavsiyem; kendiniz emperyalist olmayın yeter!

     Eğer kendiniz emperyalist olmazsanız, emperyalizme karşı en büyük direnişi yapmış olursunuz.