#ŞeyhSaidOnurumuzdur

Şeyh Said'i ve kıyamını anlatan en güzel eserlerden biri İbrahim Sediyani'nin hazırladığı "Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı" adlı 2 ciltlik harika kitaptır.

Şeyh Said'i ve davasını anlamak için isterseniz sözü İbrahim Sediyani'ye bırakalım:


 "Şeyh Said Kıyamı, bildiğiniz üzere 13 Şubat 1925 tarihinde, Dara Hênê vilayetininEglê bucağına bağlı Piran isminde küçük bir köyde başlıyor. Yani bugünkü Diyarbakır'ın Dicle ilçesinde.


     13 Şubat günü Piran köyünde hadise patlıyor ve kıyâm başlıyor. Kıyamın henüz ikinci gününde, 14 Şubat günü, yani kıyam başladıktan bir gün sonra yaşanan ilginç bir hadise var.


     Piran hadisesinden sonra Şeyh Said Efendi direk Hani'ye geliyor. Şeyh Tahir Efendi de zaten Dara Hênê'yi, yani Genç'i ele geçirmiş. Hani'ye doğru geliyorlar; Hani'yi de ele geçiriyorlar.


     Orda tabiî bir topçu taburu var; o topçu taburunu mağlup ediyorlar, Hani'de. Ve başlarında da Cemil Bey diye bir topçu binbaşı var. Bu, Kürtler'le ilgili, tabiî milletin ciğerini yakmış. Daha önce bölgede Kürtler'e çok zûlmetmiş bir adamdır.


     Şeyh Said'in mücahîdleri, adamın elbiselerini çıkarmışlar, yani üzerindeki üniformaları, birkaç kişi de O'nu dövmüşler, sopa mopa vurmuşlar. Alıp böyle yara bere içinde getiriyorlar Şeyh Said'in yanına.


     Şeyh Said Efendi şiddetli bir şekilde öfkeleniyor orda. Diyor ki; "Utanmıyor musunuz? Esir olana böyle hakaret edildiği görülmüş müdür? Biz Kürtler'de böyle esire, misafire zûlüm etmek, hakaret etmek var mıdır? Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Derhal götürün elbiselerini giydirin; bütün rütbelerini de yeniden takacaksınız. O bir binbaşıdır, ona binbaşı gibi saygılı davranacaksınız."


     Bakın, olayı görüyor musunuz? Tarih 14 Şubat 1925; yer Hani. Kıyâm başlayalı daha bir gün olmuş. Şeyh Said'in tavrına, asaletine bakın.


     Ondan sonra, hatta Binbaşı Cemil Bey'e diyor ki, bakın dikkat edin, Binbaşı Cemil'e diyor ki, "Seni dövenleri tanıyor musun?". O da diyor, "Evet tanıyorum."


     Şeyh Said diyor ki; "Seni kim dövdüyse, sen de onları döveceksin. Sen de eline sopayı alacaksın ve sen de onları döveceksin." Şeyh Said aynen öyle diyor, Binbaşı'ya: "Seni kim dövdüyse, sen de eline sopayı alacaksın ve onları döveceksin."


     Adam diyor ki; "Yok, ben dövmeyeceğim, velâkin hakkımı da helâl ediyorum."Aynen öyle.


     Böylece onu dövenler geliyorlar yanına ve kendisinden özür diliyorlar.


     Ve Gırnos diye bir yer var. Gırnos, Genç tarafında karargâhtır, yani cephe gerisidir. Esirler orada toplanıyor, Gırnos'ta toplanıyor.


     Şeyh Said Efendi cephededir tabiî. Diyor ki, "Bu adamı götüreceksiniz? Bu adamın bütün elbiselerini giydirin, rütbelerini takın, at üzerinde, o şekilde, bir komutandır bu, bir binbaşıdır. Şerefiyle oynamayın! Esirdir, emanettir. Götürün Gırnos'a, orada emniyet içerinde kalsın."


     Bakın şimdi, ondan sonra ne oluyor?..

     Türk komutan Binbaşı Cemil, Kürt lider Şeyh Said Efendi'nin bu yüce İslamî ahlâkından, gösterdiği bu asil tavırdan etkileniyor, oldukça etkileniyor. Hani nasıl desem, adam hidayete eriyor.


      O zaman Binbaşı Cemil Bey, Şeyh Said'e diyor ki, "Şeyhim! Vallahi senin bu mücahîdlerin kadar cesur, ateşin üzerine yürüyen askerler ben hiç görmedim. Fakat gel gör ki hiç ne bir askerî bilgileri var, ne bir talim var, ne bir şeyleri var. Bunlar topun üstüne saldırıyorlar ama sadece cesarettir, askerî bilgi milgi hiç yok! Sen bana müsaade et, ben bunları güzel bir eğiteyim. Bunlar eğitilirse bunlardan hakikaten çok iyi bir ordu olur. İyi bir birlik olur ve gerçekten de sen muvaffak da olursun."


     Şeyh Said'in gönlünün bir tarafı meyil ediyor, sonuçta yani kendi komutanlarının pekçoğu hiç hayatında eline silah almamış, komutan olarak atadığı insanların çoğu şeyh yani, ilim adamları, ama öbür taraftan da hani, ne de olsa esirdir, binbaşıdır, savaştıkları ordunun komutanlarındandır. Şeyh Said böyle kararları tek başına almıyor tabiî, şûrâ ile karar alıyor. Şeyh Said tüm kararlarını şûrâ ile, yani kurmaylarıyla istişare ederek alıyor. Şûrâda itiraz ediyorlar, diyorlar "Şeyhim! Biz askerlerimizi buna teslim edemeyiz. Bu bizim sırlarımızı falan, öğrenir bilmem ne?"


     Ve size çok ilginç birşey söyleyeyim: Aylar sonra kıyam bastırıldıktan sonra, yani Kürt ayaklanması bastırıldıktan, Türk devleti üstünlüğü ele geçirip orda İstiklâl Mahkemeleri kurduktan sonra, işte bu bizim Binbaşı Cemil Bey var ya, kıyâmın ilk günü esir alınan bu binbaşı, Cemil Bey, kıyâm bastırıldıktan sonra rejim bu binbaşıyı cezalandırıyor. Yani devlet onu hesaba çekiyor, diyor "Sen nasıl olur da asilerin eline esir düşersin, onlardan kurtulmaya çalışmaz bir de üstüne o asileri eğitmeyi teklif edersin, onlara askerî eğitim vermek istersin?"


     İstiklâl Mahkemeleri'nde bu Binbaşı Cemil Bey de ceza alıyor. Düşünün yani.

     Bunlar duyuluyor yani? Düşünün. Bir şekilde, birileri tarafından bu dile getiriliyor demek ki, olay rejimin kulağına gidiyor. Yani şöyle değil, içlerinden biri ajanlık edip bunu rejimin kulağına fısıldamış değil, böyle anlamayın olayı. Dilden dile yayılınca rejimin kulağına gidiyor. Böyle.


     Sonuçta, çok ilginç bir hadisedir. Türk ordusunun en önemli komutanlarından biri, Kürt mücahîdlere eğitim vermek istiyor. Bu isteğini bizzat Şeyh Said Efendi'ye söylüyor. Şeyh Said'e, Kürt mücahîdleri eğitmeyi, onlara askerî eğitim vermeyi teklif ediyor. Bu ilginç hadise tabi dilden dile konuşulunca, cepheden cepheye yayılınca, insanlar arasında, halk arasında konuşulup yayılınca, ister istemez tabi rejimin kulağına da gidiyor.


     Sevgili konuklar, muhterem kardeşlerim;

     Kıyam başladığından, kıyam rehberi Şeyh Said, 14 Şubat 1925 günü, yani Piran hadisesinden bir gün sonra ilk fetvâsını yayınlıyor. Fetvâ aynen şöyle:


     "Fâkirin, güçsüzün, kadının, ihtiyarın, çocuğun ve esirin hakkına, canına ve malına tecavüz edilmeyecek. Kimseden zorla para alınmayacak. Esirlere normal muamele yapılacak ve kendi yediğinden verilecek.

     Hadîm'ul- Mü'mînun Şeyh Said Piranî"


     Bakın, ne kadar asil, ne kadar güzel bir fetvâ. İşte Kürt millî ahlakı budur, kardeşlerim. Millî hareketlerin özünde var olan erdem, işte budur. "Fâkirin, güçsüzün, kadının, ihtiyarın, çocuğun ve esirin hakkına, canına ve malına tecavüz edilmeyecek. Kimseden zorla para alınmayacak. Esirlere normal muamele yapılacak ve kendi yediğinden verilecek." İşte Kürtler'deki asalet budur, yüksek Kürt ahlâkı budur.


     Piran köyünde 13 Şubat günü 300 dolayında atlıyla yola çıkan Şeyh Said'in çevresindeki silâhlı adam sayısı kısa zaman içinde katlanarak artmış, onbinleri bulmuştu. Mücahîdler yol boylarındaki telefon ve telgraf tellerini kesip bağlantıları kopararak, bölgenin merkezi durumundaki Dara Hênê'ye doğru ilerliyorlardı.


     Düşünün kardeşlerim, kıyam başladığında 300 savaşçı var sadece. Ve aradan sadece bir gün geçmiş, sadece 24 saat geçmiş, 300 olan savaşçı sayısı binlere değil, onbinlere ulaşmış.


     Şeyh Said'in savaş deneyimi yoktu. Fakat iş başa düşmüş, savaş stratejisini de kendisi belirlemiş ve hayatında eline silâh almamış bazı kişileri de komutan olarak atamıştı. Şeyh Said, Dara Hênê istikametinde yola çıkınca, yolda kendisine Butyanî, Mıstanî, Tavas, Slavî aşiretleri katıldı. Dara Hênê'deki hapishane ateşe verildi. Jandarma birliklerine sadece mücahîdler tarafından değil, şehirdeki evlerden de ateş açılıyordu.


     O gün, şimdi Bingöl'ün bir ilçesi olan ama o zamanlar il olan Dara Hênê (Genç)'de hem Kürt tarihinin, hem İslam tarihinin, hem de dünya tarihinin en önemli olaylarından biri yaşanıyordu.


     Şeyh Said, emrindeki onbinlerce mücahîdle birlikte Dara Hênê'ye taarruz etti. Kürt mücahîdler "Allah-û Ekber" feryâdlarıyla şehre saldırıyorlar, şehre hücûm ederken"Lâ İlahe İllallah ? Muhammedun Resûlullah", "Biji İslam Biji Kurdistan", "Sallu alâ Muhammed", "Bıcıwiyo İstiklâl Weşbo Kurdistan", "Salavat yâ Muhammed"diye slogan atıyorlardı.


     Yani hem Kurmanc Kürtçesi'yle hem Zaza Kürtçesi'yle slogan atıyorlardı. Bir yandan da Türk ordusuna seslenerek "Teslim!.. Teslim!.. Sallu alâ Muhammed" diye bağırıyorlardı.


     Tırkolar tam bir şaşkınlığa uğramış, iki ateş arasında kalmıştı. Ordu, şehri ne için ve kime karşı koruyacaktı? Şeyh Said kuvvetleri karşıdan ateş ederken, şehir halkı da evlerinden ateş ediyordu. Tırkolar her taraftan kuşatılmıştı ve yiğit Kürt mücahîdlere karşı daha fazla direnmesine imkân yoktu.  


     Şeyh Said ve emrindeki İslam askerleri, 14 Şubat 1925 günü onbinler halinde Dara Hênê'ye taarruz edip şehri fethederlerken, ellerinde Qûr'an-ı Kerîm ve yeşil bayraklar dalgandırarak şehre giriyorlar.


     Şeyh Said'e bağlı mücahîdler, Dara Hênê halkının sevinç ve zafer çığlıkları eşliğinde şehre girerlerken, ellerinde iki farklı bayrak dalgalandırıyorlardı: Bunlardan biri, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (saw)'den beri tüm Müslümanlar'ın kullandığı, hiçbir kavme, hiçbir millete ve hiçbir coğrafyaya ait olmayan, üzerinde beyaz renkte "Lâ İlahe İllallah ? Muhammedun Resûlullah" yazan yeşil renkteki"Tevhîd bayrağı", diğeri de, her Müslüman kavmin ve her İslam coğrafyasının kendine özgü bayrağının olması gerçeğinden ötürü, yüzyıllar boyunca Kürdistan'da özgür bir şekilde dalgalanan ama laik ? kemalist Cumhuriyet rejimi kurulduktan sonra yasaklanan, ortasında beyaz renkte bir "Hilâl" olan yeşil ? kırmızı renkteki "Kürdistan bayrağı" idi.



     Tevhîd bayrağını elbette ki hepiniz tanıyorsunuz. Ancak Şeyh Said Kıyamı'nda dalgalandırılan Kürdistan bayrağının nasıl bir bayrak olduğunu anlatma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü bu bayrak, ilk defa bu kıyamda dalgalanan bir bayrak değil. Bu bayrak yüzyıllar boyunca Kürdistan coğrafyasında özgür bir şekilde dalgalanan Kürt bayrağıdır. Hatta Osmanlı döneminde Kürt halkı bu bayrağı tam 408 yıl boyuncaKürdistan bayrağı olarak özgür bir şekilde dalgalandırmışlardır. Bu bayrak o zamanki Kürdistan bayrağı olduğu için, 1881 yılında İran Şâhlığı'na karşı kıyam eden, kendi döneminin en önemli İslam âlimlerinden biri olup tarihte ilk kez "Bağımsız Kürdistan"ülküsünü zikrederek ayaklanan ve "Kürdistan İslam Devleti" adını telaffuz eden ilk kişi olan Çolamerg (Hakkari) ? Şemzînan (Şemdinli)'lı Şeyh Ubeydullâh Nehrî'nin de dalgalandırdığı bayraktır. Bu bayrak ayrıca Şeyh Said Kıyamı'nın hemen arefesinde Güney Kürdistan topraklarında Şeyh Mahmud Berzencî önderliğinde kurulan ve 1921 ? 24 yılları arasında varlık gösteren Kürdistan Krallığı'nın da bayrağıdır.


     Şimdi, Dara Hênê "Geçici Başkent" ilan ediliyor. Şeyh Said Efendi, Dara Hênê'deki Ziraat Bankası ve mal sandığına girer ve kasalardaki paraları eminliğine güvenilen Yusuf Ağa'nın evine taşıtır.


     Şeyh Said, Dara Hênê'ye Modanlı Fakîh Hasan'ı vali olarak atar ve geçici bir kanun hazırlar. Bu kanuna göre Dara Hênê, yani şimdiki ismiyle Genç, "Hilâfet merkezi" ve"başkent" olacak, vergiler ve zekât bedelleri Dara Hênê'ye gönderilecek, herkes bir mücahîd sıfatıyla kıyama iştirak edecek, savaş esirleri Dara Hênê'ye gönderilecektir. Şeyh Said Efendi, fethedilen yerlerdeki valileri, kaymakamları, müdürleri ve yargıçları, ayrıca cihad alanındaki cephe komutanlarını bizzat kendisi atıyordu.


     Dara Hênê vilayetinin, kıyamdan önceden haberleri olduğu halde hiçbir mukavemet göstermemeleri ve Şeyh Said mücahîdlerinin şehri çok rahat bir şekilde fethetmeleri, tarihe not düşülmesi gereken çok ilginç bir olaydır. Halbuki, kitabımda detaylıca anlattım, vilayetin kıyam olacağından haberi vardı. Kıyamdan önce Çapakçur'da Mehmet Zeki isminde bir Türk öğretmeni bir telgraf yazarak, kıyam olacağını TC İçişleri Bakanlığı'na bildirmişti. İçişleri Bakanlığı telgrafı, gerekli inceleme için Dara Hênê vilayetine, Dara Hênê valisi Hakkı Bey de Çapakçur kaymakamı Hüseyin Hilmî'ye göndermişti.


     Halkın rehberi Şeyh Said, başkent Dara Hênê'de yeni fetvâlarını yayınlar ve bu fetvâlar hemen halka bildirilir. Fetvâsında, Dara Hênê'yi Kürdistan İslam Devleti'nin"geçici başkenti" yapan her Müslüman'ı "Allah yolunda cihad eden mücahîd"olarak kabul eden Şeyh Said, dînî yetkileri kendisinde toplarken siyasî ve idarî yetkileri de Dara Hênê'deki İslamî hükûmete tahsis eder. Fetvâya göre, toplanan bütün vergiler ve ele geçirilen tüm esirler Dara Hênê'ye getirilecektir. Şeyh Said ayrıca fetvâsında, halkın ayaklanmaya katılan mücahîdlere yiyecek vermesini ilân eder. Bu yöntem halk arasında büyük bir memnuniyete yol açar. Dara Hênê halkı neyi var neyi yok gönüllü olarak mücahîdlerle paylaşır, onları büyük bir şevk ve arzuyla evlerinde misafir eder. Halkın pekçoğu ayrıca gönüllü olarak silâhlanır ve mücahîdlerle birlikte cihada katılırlar.


     Muhterem müminler, kıymetli kardeşlerim;


     Nerdeyse 80 yıldır sorulan bir soru var. Özellikle kafaları karıştırmak, hatta mideleri bulandırmak için, Türk İslamcılar ve Türk Solu, bu iki kesim bıkmadan ıkınmadan tekrarlayıp duruyorlar bunu. Tarihlerini kendi kaynaklarından değil de, daha çok Türk ve Ermenî tarihçilerinden okuyan bizim ? sözüm ona ? Kürt yazarlar da, cehaletlerini ortaya döküp soruyorlar bu aynı soruyu: "Şeyh Said başarıya ulaşsaydı nasıl bir devlet kuracaktı?"


     Bu soru onyıllardır soruluyor. Israrla ve inatla soruluyor, sonra da herkes kendi nefsine göre, kendi inancına ve duruşuna göre cevaplar bulmaya çalışıyor.


     Sevgili kardeşlerim;

     Bu soru abes bir sorudur. "Şeyh Said başarıya ulaşsaydı nasıl bir devlet kurulacaktı?" tartışması abes bir tartışmadır. Çünkü bu devlet zaten kıyam esnasında kurulmuştur. Kıyamın mahiyetini ve gayesini anlamak için sadece o devletin yapısına bakmak yeterlidir.


     Şeyh Said Kıyamı esnasında başkenti Dara Hênê (bugünkü Bingöl'ün Genç ilçesi) olan bir Kürdistan İslam Devleti kurulmuştu. Bu devletin bayrağı, anayasası, hükûmet şûrası, meclisi, herşeyi vardı. 1925'te kurulan bu Kürt devleti, sadece iki ay bile olsa yaşamıştı. Şeyh Said ve Kıyamı'nı anlatan hemen tüm kitaplarda, bu tarihî gerçek dikkatsizlik sonucu veya kasıtlı olarak ıskalanmaktadır.


     13 Şubat 1925 günü Piran köyünde (bugünkü Diyarbakır'ın Dicle ilçesi) kıyam patlak verdikten hemen bir gün sonra, 14 Şubat günü Dara Hênê vilayet merkezi fethedilince oracıkta devlet kuruluyor. Kıyamın henüz ikinci gününde.


     14 Şubat 1925 günü Kürdistan İslam Devleti kuruluyor, Dara Hênê "başkent" ve"Hilâfet merkezi" seçiliyor. Şeyh Said, Dara Hênê'ye Modanlı Fakîh Hasan'ı vali olarak atıyor ve o gün devletin anayasası da hazırlanıyor. Anayasaya göre devlet bir"Kürdistan Devleti", yönetim biçimi de "İslam Cumhuriyeti"dir. Ayrıca anayasaya göre Dara Hênê (Genç), "Hilâfet merkezi" ve "başkent" olacak, vergiler ve zekât bedelleri Dara Hênê'ye gönderilecektir.


     Aynı gün Dara Hênê vilayet binasına Hilâl'li Kürdistan bayrağı çekiliyor. Şeyh Said öncülüğünde 1925 yılında kuzeyde kurulan Kürdistan İslam Devleti'nin bayrağı olan bu aynı bayrak, Şeyh Mahmud Berzencî öncülüğünde güneyde kurulan ve 1921 ? 1924 arasında 3 yıl yaşayan Kürdistan Krallığı'nın bayrağı idi aynı zamanda. Her iki Kürt devleti de aynı bayrağı kullanmıştır. Zaten aynı zamanda kurulmuşlardır, biri yıkıldıktan hemen bir yıl sonra öbürü kurulmuştur. Aynı bayrak, onlardan da önce,Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında tam 408 yıl boyunca özgür Kürdistan Eyaleti bayrağı olarak dalgalanmıştır.


     Yani rejim kıyamı bastırınca ve Dara Hêne'yi geri alınca, sadece bir Kürt ayaklanmasını bastırmış olmuyor, aynı zamanda bir Kürt devletini de yıkmış oluyordu.


     Dediğim gibi, "Şeyh Said başarıya ulaşsaydı nasıl bir devlet kurulacaktı?" tartışması abes bir tartışmadır. Çünkü bu devlet zaten kıyam esnasında kurulmuştur. Ve 14 Şubat 1925 günü kurulan bu devlet, 12 Nisan günü Dara Hênê'nin rejimin eline geçmesiyle yıkılır. Yani bu devlet, Şeyh Said'in kurduğu Kürdistan İslam Devleti, tam 2 ay (14 Şubat ? 12 Nisan 1925) yaşamıştır. Sadece 2 ay bile olsa, sonuçta böyle bir devlet kurulmuştur ve yaşamıştır.


     Örneğin 1946 yılında Doğu Kürdistan'da (İran Kürdistanı; Rojhılat) kurulan, Pêşava Qazî Muhammed ve Mella Mustafa Barzanî öncülüğünde kurulan ve başkentiMehâbâd olan Kürdistan Cumhuriyeti de sadece 11 ay yaşamıştır ama yine de hakkında onlarca kitap, yüzlerce makale yazılmıştır. 1925 yılında Kuzey Kürdistan'da (Türkiye Kürdistanı; Bakur) kurulan Kürdistan İslam Cumhuriyeti de sadece 2 ay yaşamıştır ama ne ilginçtir ki, "Kürt tarihi" anlatılırken veya "Kürtler'in tarihte kurduğu devletler"den söz edilirken, nedense bu devletten kimse bahsetmemektedir. Şeyh Said konusu olunca herkes sadece kıyamı anlatmaktadır. Halbuki kıyam esnasında, orada kurulmuş bir Kürt devleti vardır. Sadece iki ay yaşamış bile olsa, sonuçta böyle bir devlet kurulmuştur.


     Muhterem mümînler, azîz Kürdistanlılar;

     Ayaklanma, çok kısa sürede Kürdistan'ın dört vilayetini kapsayan bir coğrafyaya yayılmıştı. Yüzlerle ifade edilen mücahîdlerin sayısı, sadece bir gün içinde, evet, sadece 24 saat içinde onbinlere ulaşmıştı.


     Şeyh Said önderliğindeki Kürt kuvvetleri daha sonra güneye yönelirler ve ilerledikçe daha fazla aşireti etraflarına toplarlar. Kıyam, çok kısa sürede bölgelere yayılıyordu. Hanililer bütün hükûmet yetkililerini kasabadan çıkarırlar. Hani, Kürt kuvvetlerinin eline geçer ve Dara Hênê (Genç)'den sonra Hênê (Hani)'de de şehrin her tarafında direklereyeşil ? beyaz ? kırmızı renkli, ortasında İslam'ın sembolü "Hilâl" bulunan Kürdistan bayrağı asılır.


     Palu'nun fethi de çok ilginçtir, azîz kardeşlerim. Çünkü Elazığ'ın Palu ilçesi, 20 Şubat günü, yani kıyam başladıktan tam bir hafta sonra, tek kurşun bile sıkmadan, evet, tek kurşun bile sıkmadan fethedilmiştir.


     Şeyh Şerif, "Batı Cephesi Komutanı" tayin edilmişti. O'nun hedefi Mezire (Elâzığ), ardından Meledî (Malatya) ve Dersim (Tunceli) idi.


     Şeyh Şerif, savaş deneyimi olan başlıca komutanlardandı. Daha önce Osmanlı topraklarının emperyalistlerden korunması için Rus işgalcilere karşı gerilla savaşı vermiş ve Kurtuluş Savaşı'nda büyük başarılar kazanarak halk nezdinde "kahramanlaşmış", üstün yetenekli biriydi.


     20 Şubat'ta Şeyh Şerif komutasındaki birlikler Palo (Palu) üzerine yürür. Ancak Şeyh Şerif'in elinde yeteri kadar asker yoktu. Fakat Palulular kıyâm haberini alınca aşiretleri ile birlikte derhal İslamî kıyama katıldılar. Şeyh Şerif, o zamanlar şimdikinden daha büyük olan koskoca şehri bir tek kurşun bile patlatmadan aldı, kardeşlerim, bir tek kurşun bile patlatmadan.


     Fakat en ilginci, Elazığ'ın fethidir. Elazığ vilayet merkezinin 24 Şubat günü Kürdistan mücahîdleri tarafından fethi, kıyamın en ilginç ve ibretâmiz cüzlerindendir.


     Palo düşünce, Mezire, yani Elazığ'ın yolu açılmıştı. Hele 21 Şubat'ta 14. Süvari Alayı Hani'de, 2. Süvari Alayı da Cizre'de esir alındıktan sonra Şeyh Said birliklerinin ilerlemesi büsbütün artmıştı.


     Şeyh Şerif'in kuvvetleri Palu'yu aldıktan sonra asıl hedeflerine, Elazîz üzerine yürüdüler. Bu yürüyüş o kadar ilginçti ki kardeşlerim, o kadar ilginçti ki, kat edilen her kilometrede mücahîdlerin sayısı daha da çoğalıyordu. Elazîz'e doğru yola çıkılırken kendilerine katılan köylülerle Şeyh Şerif'in kuvveti arttıkça artıyordu.


     Elazığ'a taaruz eden Kürt mücahîdlerine Şeyh Şerif ve bir de bölgede yiğitliğiyle meşhur, adetâ bir "halk kahramanı" ve "yaşayan efsane" olan, halkın kısaca "Yado"diye ismini çağırdığı Karakoçanlı Yadin Ağa komuta ediyordu.


     Elazîz'e taarruz 24 Şubat sabahı, şafakla birlikte başladı. Şehrin komutanı tedbirleri almış, Elazîz yolu üzerindeki tepelere top, mâkinalı tüfek ve katırlı süvarî birlikleri yerleştirmişti. Fakat bunlar Şeyh Şerif birliğine karşı tutunamadılar. Mücahîdler, şehrin kapısına dayanmışlardı. Kürdistan arslanları, şehrin kapısına dayanmışlardı.


     Türk devleti mani olmaya çalışır. Ancak süvarî erlerinin kaçışması ve hayvanların başıboş kalması, tam bir panik yaratmıştı. Tırkolar'ın komutanı, Osman Bey adında bir subaydı. Savunmayı şehrin merkezinde yeniden tertiplemek istedi. Bu maksatla daha önce kendisine yardım edeceğini düşündüğü bir kısım halka silâh dağıtmıştı. Silâh almış bulunan kimseler saldırı anında ortalıkta görünmezler ve Kürt mücahîdlere ihanet etmezler. Bunun üzerine Osman Bey, elinde kalan kuvvetinin teslim alınmaması için şehri tahliye eder.


     Elazığ'ın Müslüman halkının gönlünün Kürt mücahîdlerden yana olması, laik rejime hiçbir şekilde yardım etmemesi ve aksine Şeyh Şerif ve Yadin Ağa komutasındaki Kürdistan İslam askerlerine yardım etmesi nedeniyle desteksiz kalan rejim askerleri daha fazla direnemeyerek şehirden kaçmak zorunda kalır. Şeyh Şerif komutasındaki Kürt mücahîdler 24 Şubat günü Elazîz'i fethederler.


     Dikkat edin kardeşlerim, Elazığ halkının ortaya koyduğu asil ve şerefli tavra dikkat edin. Elazığ ve halkı, asla ve asla Kürdistan millî ordusuna ihanet etmemiş, bilakis laik Türk ordusunun kendisine dağıttığı silahlarla birlikte evlerine kapanmıştır.


     Hatta ben size daha ilginç bir bilgi aktarayım: Dönemin Elazığ valisi Hulusi Bey, Elazığ'ın Şeyh Said kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra Kemalist Türk medyasına yaptığı açıklamada, Şeyh Said kuvvetlerinin "Lâ İlahe İllallah ? Muhammedun Resulullah" sancağını dalgalandırmasından ve Elazığ üzerine yürürken "Allah-û Ekber""Sallu âla Muhammed" diye salavat getirmelerinden ötürü Elazığ'daki Türk ordusunda bulunan askerlerin onlara ateş açmadıklarını söylemiştir. Bakın bu çoook önemli bir bilgi. Elazığ valisi Hulusi Bey, ordudaki Türk askerlerinin asilere çetin bir şekilde karşı koymak için kararlılıkla bilendiklerini, şehri cesur bir şekilde savunmak için hazır olduklarını, ama asilerin çoğunun ak sakallı, ellerinde İslam sancakları olduğunu ve "Allah Muhammed" diye slogan attıklarını görür görmez silahlarını yere bıraktıklarını, komutanlarına itaat etmediklerini, başlarındaki komutanların ısrarlarına ve baskılarına rağmen Türk askerlerinin "Biz İslam için cihad edenlere silah çekmeyiz" diyerek emre itaat etmediklerini ve şehri savunmadıklarını açıkça itiraf etmektedir.


     Elazığ'ın fethi sırasında Türk ordusu içinde yaşananlar, gerçek bir ibret vesikasıdır ve resmî tarihin en çok da gizlemeye çalıştığı şey budur. Şeyh Said Kıyamı ile ilgili olarak Türk resmî tarihinin en çok gizlemeye çalıştığı şey, Elazığ'ın fethi sırasında yaşanan hadiselerdir, kardeşlerim.


     Neden? Çünkü Elazığ'a taarruz olayında, şehirdeki Türk ordusunda bir karışıklık çıkıyor, yüksek bir gerilim var. Şeyh Said birliklerini ve dalgalandırdıkları Tevhîdbayraklarını gören Türk askerleri, bunun İslamî bir kıyam hareketi olduğunu anlıyorlar. O zaman anlıyorlar. Devletin kendilerini kandırdığını, bunların "Ermenîler" ya da "dış güçler" falan değil, bu toprakların Müslüman evlatları olduğunu ve başlarında da İslam âlimlerinin olduğunu görüyorlar. Savaşmayı reddediyorlar, Şeyh Said birliklerine ateş etmiyorlar. Yani komutanlarını dinlemiyorlar, emre itaat etmiyorlar. Onlar emre itaat etmeyince, komutanlar baskı uyguluyor. Ordu içinde bir karışıklık, bir isyan başlıyor. Kışlada çatışma yaşanıyor. Muhtemeldir ki, emre itaat etmedikleri için Türk askerlerinin bir kısmı bizzat kendi komutanları tarafından öldürülüyor, kurşuna diziliyorlar.


     Çünkü ilginçtir kardeşlerim, çok ilginçtir. Bakın, 24 Şubat 1925 günü Elazığ'a yapılan taarruzun neticesinde, Şeyh Said'in mücahîdleri arasında bir tane bile ölen yok. Elazığ sivil halkından bir tane bile ölen yok. Ve fakat, Türk ordusu içinde ölenler var, ölen askerler var. Hiçbir çatışma yaşanmadığı halde, anlıyor musunuz? Ortada çatışma yok, silahlı saldırı ve buna karşı silahlı mukabele yok, ama ne gariptir ki, orduda ölenler var. Belli ki bu askerler, başlarındaki komutanlar tarafından kurşuna dizilmiş. Emre itaat etmedikleri için, "Biz İslam için cihad edenlere silah çekmeyiz"diyerek Şeyh Said ve mücahîdlerine karşı savaşmayı reddettikleri için.


     Elazığ fethediliyor, Şeyh Said birlikleri şehre giriyor. Öncelikle jandarma dairesine el konulur. Şeyh Şerif'in kumandanı Karakoçanlı Yado (Yadin Ağa), Elaziz Cezaevi'nin kapılarını kırarak hapishanedeki mahkûmları serbest bırakır ve daha sonra Adliye Binası'na girerek mahkûmlara ve hükümlülere ait bütün dosyaları ateşe verip yakar. Yado, Elazığ'ın ileri gelenlerinden Beyzâde'yi şehre "vali" tayin eder.


     Ve dedim ya, Gırnos diye bir yer var. Gırnos, Genç tarafında karargâhtır, yani cephe gerisidir. Esirler orada toplanıyor, Gırnos'ta toplanıyor.


     Şeyh Said Efendi'nin ikinci talimatı da şudur: "Esirlerin tümünü köylere dağıtacaksınız. Her bir esiri bir eve zimmetleyeceksiniz."


     Her bir esir bir eve, muhtelif köylerde bir eve zimmetlenecek. O aile bu esiri doyuracak, besleyecek, o esir de bu ailenin işlerini falan yapacak.


     Düşünün kardeşlerim? Şubat ortasında başlayıp Nisan ortasına kadar devam eden, yani tam iki ay süren bir kıyam hareketi var. Bu iki ay içinde, rejimin eline düşen mücahîdler elbette hapishanelere atılıyor, idam ediliyor, ama ya direnişçilerin eline esir düşen askerler? Sonuçta Şeyh Said tarafının inşâ ettiği herhangi bir hapishane yok, bir esir kampı da kurmuş değiller. Her gittikleri yere bu esirleri kendileriyle birlikte sürükleyecek de değiller. Zaten kendileri zar zor yol alıyorlar.


     O iki ay boyunca, Kürdistan İslamî direnişinin eline esir düşen Türk askerleri, köylerde tutuluyor. Evlerde kardeşlerim, bildiğimiz evlerde. Köy evlerinde. Ailelerin, kadın ve çocukların yaşadığı evlerde. Şeyh Said Efendi'nin bizzat kendi fetvâsı ve emriyle, her esir bir eve?


     Ve o esirler o evlerde, nasıl diyeyim, aile gibi yaşıyorlar. O esir, tutulduğu evde, o evin insanlarıyla bir aile gibi yaşıyor, o ailenin bir evladı gibi oluyor.


     Tuhaf birşeydir? O iki ay boyunca bu esirler köylerde, ve tuhaf birşey, bu da tuhaf, kaçmamışlar yani. Diyelim ki cephe kırılmış, şu bu ama, kaçmamışlar.


     O esirler, ellerinde silahla nöbet tutan kişiler tarafından başlarında nöbet tutulmuyor. Esir olarak kaldığı evde tek bir silah bile yok, kadınlar ve çocuklar var, ama o esirler, istese rahatlıkla kaçabilir, kaçıp en yakın karakola sığınarak ordusuna geri dönebilir, ama o askerler, hakikaten tuhaftır, kaçmıyorlar kardeşlerim, kaçmıyorlar.


     Çünkü devletin onları kandırdığını anlıyorlar, o insanları görünce, o insanlarla birlikte yaşayınca anlıyorlar. Sonuçta bakıyorlar ki, normal Müslüman köylüler bunlar, normal bir Müslüman aile. Evde namaz kılınıyor, Qur'ân okunuyor. Kendi ailelerinden, kendi anne ? babalarından hiçbir farkı yok bunların.


     Ve onlar, o güyâ "esir" askerler, aslında "esir" demek bile yanlış, onlar "misafir", hatta hatta "misafir" bile değil, "ev halkı", evin bir ferdi gibi.


     Hele o esirlerden bir tanesi, tabiî yaşlılar anlatıyor, işte diyorlar, "Bize getirdiler, emanet ettiler. Kütahyalı'ydı. Şey oldu, işte mağlubiyet oldu, Şeyh Said Efendi gitmiş, yakalanmış, hiçbir şeyden haberimiz yok? Askerler geldi, bu asker, Türk askerleri köyümüzü yakmaya geldiler, bu esir asker rica etti, dedi ki 'Lütfen bu evleri yakmayın', askerler şaşırdı, dediler 'Ya niye, bunlar Şeyh Said isyanına destek verdiler, bak seni esir almışlar, niye onları koruyorsun?', o esir asker de diyor, 'Allah rızası için bu köylülere karışmayın, bunlar bize insanca baktılar, evlatları gibi baktılar, bizi aç bırakmadılar susuz bırakmadılar, bizi dövmediler, hiçbir kötülük yapmadılar, biz bunlarla burada aile gibi olduk, bizim anne babamız gibi oldular', o esir ve başka esirler de."


     Ne kadar insanî birşey! Hem Kürtler'in bu askerlere davranışı çok insanî ve merhametli, hem de o askerlerin davranışı çok garip.


     İki ayda anne baba gibi oluyorlar bunlar. Ve hatta ayrılırken, bunlar tabiî gitmek zorunda, bu askerler, mecbur, gelip diyor "Bize sarıldılar, ağladılar mağladılar. Bizden ayrılmak istemiyorlardı. Biz de onlar gidince öyle bir üzüldük ki, sanki bir evladımız bizden koptu gibi üzülüyorduk."

     Yaşlılar öyle anlatıyor?

     Bütün esirleri köylere zimmetlediler?.

     Ve bunlar kaçmadılar yani?? Bunlar kaçmadılar? Kıyâm dağıldıktan sonra da kaçmadılar?


     Ve işin tuhaf tarafı, Türk ordusu geliyor ve bu sefer bu esir olan Türk askerlerini cezalandırıyor. Diyor ki, "Siz nasıl burda kalabildiniz? Bu hainlerle beraber yaşadınız!!! Üstüne bir de onları korumaya çalışıyorsunuz. Hainlere karşı çıkıp onları orduya bildirmek yerine, onlarla burda aile gibi yaşıyorsunuz, onlara yardım ediyorsunuz. Türk askerine bu yakışır mı?"


     Aslında kardeşlerim, var ya, bu bahsettiğim olay, yani Şeyh Said Kıyamı esnasında iki ay boyunca Kürt köy evlerinde tutulan "esir" askerler, Kürt ailelerin arasında, onların evinde onlarla "evin bir evladıymış gibi" yaşayan Türk askerler, bu olay var ya, aslında bundan çok müthiş romanlar, filmler çıkar.


     Şeyh Said Kıyamı'nı anlatan kitaplar ? benim kitabım dahil ? hep kıyamı anlatıyor ve siyasî analizlerini yapıyor. Aslında bizler "araştırmacı ? yazarlar" olarak sorumluluğumuz bu idi ve biz ? inşallah ? görevimizi yerine getirdik. Ama Şeyh Said Kıyamı ile ilgili olarak "romancılarımız" ve "edebiyatçılarımız" da sorumluluklarını yerine getirmeli. Bunun romanları da yazılmalı.


     Düşünün ki, böyle beş ? on asker değil, yüzlerce asker var. Aile gibi yaşıyorlar o evlerde.

     Hatta bu iki ay zarfında, o evde yaşanmış duygusal hadiseler de var. Gönül meseleleri de var. Yani aşklar da var.


     Güyâ esir olarak tutulduğu, ama aslında misafir gibi, hatta evin bir ferdi gibi yaşadığı ailenin kızıyla evlenen Türk askerleri de var. Böyle şeyler de var. Yaşanmış bunlar.


     O iki ay içinde o kadar alışıyorlar ki biribirlerine, ve o derece seviyorlar ki biribirlerini, kopamıyorlar, bırakamıyorlar. Asker var, evine döndükten bir yıl sonra anne babasını aynı eve gönderiyor, kız istemek için! Asker var, esir olarak kaldığı evde, o aile bırakmıyor onu, "Seni çok sevdik evlâdım. Sen de evlâdımızsın" diyorlar, kendisi kızlarını veriyorlar, evlendiriyorlar. Kendilerine damat yapıyorlar çocuğu.


     Daha ilgincini söyleyeyim: Bazı askerlerin tutulduğu evin halkı idam ediliyor devlet tarafından, cezalandırılıyor. Onların küçük çocukları yetim kalıyor, bebekleri yetim kalıyor. O evde iki ay esir kalmış olan asker bunu haber alınca gidiyor bölgeye, Kürdistan'a, yanlarında kaldığı ailenin yetim kalan çocuğunu yanına alıyor, ortada kalmasın, perişan olmasın diye kendisiyle birlikte götürüyor. Türkiye'nin batısına götürüyor, memleketine yani, evine. Ve o yetime bakıyor, büyütüyor, okutuyor onu.


     Bir nevî vefâ borcunu ödemek için.

     Allah'ın selamı, râhmeti ve bereketi, Kürt, Türk, Laz, Çerkes, tüm mazlumların ve erdemli insanların üzerine olsun. Allah'ın laneti de Kürt, Türk, Laz, Çerkes, tüm zalimlerin ve hainlerin üzerine olsun.


     Yâ Râbbi! Bizleri Şeyh Said'lerin, Seyyîd Abdulkadir'lerin ve İskilipli Âtıf Hoca'ların yolundan ayırma.

     Bizlere Kemalizm'in ve Kemalist rejimin kahr û perişan olacağı günü en kısa sürede görmeyi nasip eyle.

     Âmin."