Akıl Oyunları

Abdulhalim VELİOĞLU

Akıl nedir?

Bir kuşun onlarca odadan oluşan ve yaklaşık yüzyıl dayanacak yuvalar inşa etmesi midir?

Ya da bir kunduzun onlarca metre uzunluğa ulaşan barajlar yapması mı?

Belki de bir karınca türünün, havadaki nemi, sıcaklığı ve karbondioksit oranını hesaplayarak yaptığı derinliği 2-3 metreyi uzunluğu 9 metreyi bulan gökdelenler inşa etmesidir…

Büyük bir olasılıkla da arının altıgen şeklinde petekler yapmasıdır ki bütün bunlar mühendislik isteyen işlerdir…

Eğer bunlar akıl işiyse neden hayvanlar insan familyasından sayılmıyor ve insan muamelesi görmüyor?

Öyle ya bizler de binalar diker, barajlar yaparız, bizi ayıran fark ne?

Belki de bütün bu mühendislik isteyen şeyler hem insanların hem de hayvanların kendi hayatlarını idame ettirmek için kendilerine doğuştan Allah c.c tarafından verilen yeteneklerdir.

Peki ya bir örümceğin kendisi gibi hayvanlar âlemine mensup başka bir hayvanı avlamak için kurduğu ağ, aklın bir göstergesi olabilir mi?

Ya da bir aslanın avını yakalamak için sinsice, dakikalarca kıpırdamadan avına yaklaşıp bir anda onu yakalaması mı? Bunlara benzer hile ve tuzak kurma ustası yüzlerce hayvan türüne rağmen neden hayvanlar akıllı sayılmıyor?

Oysa insanlar da türlü tezgâhlarla, sinsice ve sessizce kendi familyasına mensup insanları kandırıp tuzağa çekiyor üstelik bu davranışlarından dolayı çok zeki oldukları vurgulanıyor.

Burada bir çelişki yok mu sizce de?

Yukarıda yazdığımız özellikler aklın göstergesiyse, neden iki türden biri insan olmakla şerefleniyorken, diğeri hayvan kategorisinde sayılıyor?

Eğer bu özellikler hayvanlara aitse, bu durumda insanların neden insan olarak yaşamaktan ziyade, hayvanlara benzemeye çalıştığı sorusunu soramaz mıyız?

Şayet bu özellikler insana aitse ve hayvanlar bunu taklit ediyorsa bu durumda hayvanların çok zeki olduğu sonucuna varamaz mıyız?

Tıpkı Noam Chomsky’nin dediği gibi: “Maymunların dili olup olmadığına dair on sekizinci yüzyılda yapılan tartışmalarda, iddialardan biri, onların dile sahip oldukları ancak bu yetilerini gösterdikleri takdirde insanların onları köle olarak çalıştıracaklarını fark edecek kadar da zeki olduklarıydı. Dolayısıyla insanlar etraftayken, sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. Bu iddiayı hep sevmişimdir.” Bu bir iddia olsa da bir anlamda insan ve hayvan arasındaki farklardan bir kaçına işaret ediyordu. Hırs, açgözlülük ve efendi olma sevdası…

Sanırım bu duruma bir açıklık getirebilmek için önce iki farklı türün aynı şeyleri yaptıkları halde onları ayıran özellikleri bulmamız gerekiyor.

İmam Gazali’ye göre insan: “akıbetini düşünerek hareket ettiği için "akıllı" sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir özelliktir.”

Farabi: “Halkın kimi zaman iyiyle kötüyü ayırmaksızın menfaatini elde etme yollarını iyi bilen kişilere akıllı dediğini, kimi zaman ise dinin ahlâkî gerekliliklerini takip etmedikleri için böylelerini akıllı değil de kurnaz gibi kelimelerle nitelendirdiklerini belirtir.”

Hâris el-Muhâsibî ise: “İnsanı diğer canlılardan ayıran, onu nazarî bilgileri öğrenmeye ve düşünceye dayalı ince işleri yapabilmeye ehil kılan garîzedir…” diyordu.

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere, insanları diğer canlılardan ayıran temel fark bilinçtir…

Şöyle ki;

“Senin Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin.” Diye emir buyuruyordu. Arı ve diğer canlılarda bilinç olmadığından yuvalar yaparken malzemeden çalmayı düşünmüyor, Bütünüyle Allah’ın emri doğrultusunda içgüdüsel ve fıtri davranıyorlardı.

Oysa Allah c.c insana da: “Emrolunduğun gibi doğru ol!” ve “yeminlerinizi aranızda bir kandırma aracı yapmayın” diye emir buyurduğu halde insanlar kendilerine verilen bilinç nimetini vahye uydurmak yerine heva ve hevesine uydurarak malzemeden çalmayı tercih ediyor ve Allah’ın şu emrine muhatap kalıyordu. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık.”

İnsan tercihlerinin karşılığını görecek.

Ya akıl oyunlarıyla devam edip “yakiyn” ile buluşuncaya kadar kendini kandırma yoluna gidecek ya da bilinçle yürüyüp fıtrat eksenine yerleşecek…

 

Bu durumda bilinç nedir ne değildir sorularının cevabını bulmamız gerekmez mi?

Bilinç, sözlük tanımını bilmediğimiz; ancak gündelik hayatta cümle içinde kullanınca ne anlama geldiğini bildiğimiz kavramlardan biri midir?

Yoksa bilinç, insanların toplum içerisinde kendisinin nasıl değerlendirildiğine yönelik taşıdığı bir kaygı ve bunun sonucunda o topluma kendini uydurma çabası mıdır?

Belki de bilinç, insanlarla yaşadığımız bütün sorunlarda kendimizi haklı görmemizi sağlayan bir olgudur.

Öyle ya neredeyse bütün savaşlarda, bütün kavgalarda ve bütün tartışmalarda her iki tarafta haklı olduğunu düşünmüyor mu?

Öyle ise ortada hiçbir hak ihlali veya haksızlık yokken sadece egosunu tatmin etmek, aç gözünü doyurmak veya galip gelme sevdasıyla mı yaşanıyordu bu kadar acı?

O halde bilinç herkesin kendini haklı görmesini sağlayan düşünsel bir süreç midir?

Belki hepsi, belki hiçbiri, belki de daha fazlası…

Bu durumu iki örnekle açıklamaya çalışalım…

  1. Örnek: Bir insan bir topluluğa dâhil olmak istediğinde o topluluğu bütün yönleriyle tahkik edip girdiği için mi o topluluğu hak görür?

Şayet dâhil olmak istediği topluluğun ilkelerini ve bu ilkelerin insanlığın ve dahi yaratılan bütün mahlûkatın iyiliği, güvenliği ve ihtiyacı olan ilkeler olduğu kanaatine varıp, o topluluğun da bu ilkelere uygun düşünce ve davranış sergilediğini ve bu konuda tavizsiz olduğunu görüp dâhil olmuşsa bu durumda bir bilinçten söz edilebilir.

Böylesi bilince sahip bir kişi, yaratılanlara merhamet nazarıyla bakar, günahkârdan değil, günahtan nefret eder. Günahkârı değil, günahı oluşturan sebepleri ortadan kaldırmaya çalışır ve dava adamı hüviyeti kazanır.

  1. Örnek: Her konuda haklı olduğunu düşünen bir insan, zaten kendisi o toplulukta olduğu için mi o topluluğu hak görür?

Böylesi bir durumda ise kişinin bilinçaltında çok farklı bir süreç işler. Kişi dâhil olduğu topluluğu her yönüyle araştırma ihtiyacı duymaz. Onun için önemli olan kendisine değer verilmesi ve özel olduğunun hissettirilmesidir ki topluluğun sevdiğini sever, nefret ettiğinden nefret eder. Yani diğer bir anlamda sevgisi de nefreti de nedensizdir. Dolayısıyla kişi ‘dava adamı’ değil ‘topluluk adamı’ olur.

Belki de bu durumu Jung’un: “Her birimiz birbirimize görünmez bağlarla bağlıyız.” Sözüyle kolektif bilinç olarak tarif ettiği; ancak bu tabloya uygun olarak bizim ‘duygusal etkileşim’ diyebileceğimiz bir süreçtir.

Sanırım yukarıda verdiğimiz iki örneği Üstad Bediüzzaman’ın tahkiki iman ve taklidi iman tanımlarıyla daha da anlamlandırabilir ve 1. Örneği tahkiki iman, 2. Örneği taklidi iman ile açıklayabiliriz.

Tahkiki iman: “Tam anlamıyla dosdoğru imandır. Tahkiki iman sahibi olan kimse tüm evrende o İlahi mesajı ve damgayı görür. Herhangi bir şüphesi veya tereddütü yoktur.” Dolayısıyla kişi bütün hayatını buna göre idame ettirir. Girdiği topluluğa inancıyla güç katar. Zarar vermez; çünkü kendini inancına göre şekillendirme gayretindedir.

Taklidi iman: “Delile ve araştırmaya dayanmayan imandır. Bu taklidi imanda insanın önemli esasları ve azaları olan kalp, ruh, vicdan, duygular, imandan nasiplenip beslenemez.” Çünkü kişinin bir topluluğa dâhil olma nedeni dava sahibi olmak değil, duygularını doyurmak yani sosyal bir çevre kazanmaktır. Topluluğun ilkelerini, hedeflerini özümsemez, kendine topluluğun ilkeleri ve inanç sistemine göre değil, toplulukta bulunan şahıslara göre şekil vermeye çalışır. Böylelikle dâhil olduğu topluluğa faydadan çok zarar verir.

Hoffer’a göre: “Bir topluluğun niteliği ve kaderi, çoğu zaman onun en kötü elemanları tarafından belirlenir.” Yani insanlar topluluk hakkında hiçbir bilgi sahibi değilken böyle elemanlarına bakıp bütün bir topluluğun öyle olduğu yanılgısına düşebilir.

Jung’un yazıyı özetler mahiyetteki şu sözüyle de bu haftalık da size veda edelim: “Siz bilinçaltınızı bilince dönüştürene kadar o sizin hayatınızı yönlendirecek ve siz ona kader diyeceksiniz.”