Her sene belirli tarihlerde dünyanın farklı ülkelerinde neredeyse her alanda ‘’Dünyanın En’leri’’ belirlenir ve o yıla damgasını vuran icatlar, eserler, yapıtlar, performanslar sergilenir ve ödüllendirilir.
Bunlar arasında Grammy, Oscar, Altın Küre, Nobel, Pulitzer, Altın Ayakkabı ve daha ismini sayamadığımız onlarca ödül…
Her sanatçı kendi alanında geçen yılki performansına göre jüri tarafından değerlendirilir ve bu performanslar arasından en iyiler ödül alır.
Bu ödül ile sanatçının kendini geliştirmesi, bir önceki yılda sergilediği performansına yenilikler katması, teknolojinin sınırlarını zorlaması, hatta kendi alanlarında teknolojik gelişmelere katkı sunması öngörülür.
Sanatçı, bu ödülü tekrar kazanmak adına, kişisel becerilerini geliştirmek, performansında çıtayı yükseltmek ve yeni olan her şeye kapı aralamak zorundadır.
Bizim için çok da bir şey ifade etmeyen, ilgisiz olduğumuz hiç de önemsemediğimiz bir alan gibi görünüyor değil mi?
Aslında oldukça ilgiliyiz sadece ilgisiz gibi görünüyor veya davranıyoruz.
Şöyle ki bu alanlarda üretemediğimiz için ilgisiz gibi görünüyoruz. İlgiliyiz; ancak sadece magazinsel yönüyle…
Belki bu gecelerde ödül alan bilginlerin, sanatçıların, icatları, yapıtları ve sergiledikleri performansları hakkında bir şey bilmiyor olabiliriz; ancak özel hayatlarına dair çok şey biliyoruz.
Neden mi?
Zaten bu organizasyonlarda amaçlananlardan biri de ödül alan sanatçıları dünyaya tanıtmaktır. Üretemeyen sadece tüketen toplumlara model olarak sunmak, gençleri görünmez bağlarla bu modellere (dolayısıyla kendilerine) bağlamak ve bunlar üzerinden ekonomik ya da kültürel programlar geliştirmektir…
Burada durup düşünmek gerekiyor. Bu başarılarını neye borçlular, nasıl oluyor da bütün projelerini başarıyla hayata geçirebiliyorlar ve büyük kitlelere nüfuz edebiliyorlar, nasıl oluyor da 300 milyon dolar bütçeli bir film 3 milyar dolar gişe hasılatı elde edebiliyor, nasıl oluyor da yaptıkları bir şarkı youtube de 8 milyar tık alıyor? Düşünmek gerekiyor.
Oysa biz de sanat adına müzik yapıyor, film çekiyoruz; ancak bırakın gişe rekoru kırmayı zarar etmemek için dua ediyoruz.
Peki; ama neden?
Neden aynı şeyleri sanat adına yaptığımız halde onlar başarılı olup dünyayı etkisi altına alıyorken, biz kendimiz çalıp, kendimiz oynuyor ve sesimizi kendimizden olanlara dahi duyuramıyoruz?
Buna cevaben çok şey yazılabilir; ancak biz bir iki noktaya dikkat çekelim.
Freud’a göre: ‘’Biz’i anlatan bilim ile Ben’i anlatan sanat, bir insana giden en kısa yoldur.’’ Ve eğer Freud haklıysa ‘’biz’’ geçmişte, ‘’ben’’ ise bugün belirsiz bir durumda… Tıpkı ‘’bilge’’ lakabını fazlasıyla hak eden ve İslam dünyasında son dönemlerde yetişmiş ender fikir adamlarından biri olan Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, biz: ‘’Gencimize İslam'ın ne olması gerektiğini değil, eskiden ne olduğunu’’ anlatıyor dolayısıyla geleceğe dair bir vizyon sunmuyoruz.
Oysa geçmişimize bakıp övünmek yerine, bugüne bakıp geçmiş mirasımızı geliştiremediğimiz için utanmamız gerekmez mi?
Onlar realist düşünüp, evrensel boyutta sanatlarını icra ediyorken; biz ‘’gurup sanatı’’ da diyebileceğimiz her gurubun kendi taraftarına yönelik yaptığı ve adına da ‘’sanat’’ dediği faaliyetler olarak icra ettik. Yani İslam ümmetini her alanda olduğu gibi ‘’sanat ve estetik’’ anlayışını da bölüp, aramızda pay ettik.
“Çözüm ne?” diye soracak olursanız elbette başlı başına bir kitap konusu; bu sebeple mesafeli olarak göründüğümüz; ancak izlemek ve dinlemekten keyif aldığımız bu alana dair çözümü bırakalım Ali Şeriati versin bize. Şeriati, ‘’Düşünce seviyesi ve sanat duygusu alçaldıkça, müzik haz verici heyecanlar düzeyinde kalır” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Hâlbuki kendine dönüş, kendi kimliğine dönüşü; geçmişte kültür yaratan, toplumu inşa eden, medeniyet kuran yapıcı ve etkin öncü ruhun dirilmesini, yeşermesini ifade etmektedir.”
Bilinç düzeyimizi ve sanat duygumuzu yükselteceğimiz günlerin gelmesi dileğiyle…
FACEBOOK YORUMLAR